Alıştırma Bunları

Yaklaşık bir senedir meyveli kefir düşkünüyüm. Eve dönerken markete uğrayıp bir tane alıyorum. Çilek ve böğürtlen favori aromalarım, muzluyu pek beğenmiyorum. Ha bir de, Altınkılıç’ın kefirix’ini birinci tutuyorum. Biraz önce kefir almak için girdim yine yolumun üzerindeki markete. Kapıda küçücük bir kız çocuğu yanaştı. “Bunları bana alır mısın?” dedi. Eskiden de yok değildi ama artık İstanbul’da adım başı, bir şey talep eden insan çıkıyor karşına. Sanırım metroda denetim biraz daha sıkı ama Marmaray’da peşi sıra yürüyorlar. Geçen gün dikkatimi çekti, insanlar para veriyor gerçekten. Hatta para isteyenler ve o parayı isteme sebepleri o kadar çeşitli ki, bu insanlara para verecek olanlar da içlerinden kendilerine en uygun mazerete sahip olanı seçip kendi kişiliğini yansıtma fırsatı buluyorlar. Beş dakika içinde tek bacağını kaybetmiş bir adam, kucağındaki bebeğinin tedavisi için para isteyen bir kadın, iki müzisyen genç bir de yara bandı satıcısı geçti vagonumuzdan. Ben hariç, neredeyse herkes aralarından bir tane seçip para verdi. Benim alışkanlığım kayıtsızlık. Belki bir kafa selamı ya da bir “Sağolun” ile geçip gitmek. Marketteki çocuğun yanından da aynı refleks ile yürüdüm. Sonra dolaptaki kefire uzanırken geri dönüp baktım. Kız markete her girene yanaşıyor, aynı şeyi soruyordu. Belki bir Çingene çocuğuydu ya da Suriyeli, bilmiyorum. Emin olduğum bir şey varsa o da insan evladı olduğuydu. Yüzündeki kirin, saçlarındaki yapağının, istemekten utanmayan gözlerinin ırkı yoktu. İçinde bulunduğu sefil hayat da pekala evrenseldi. Ekmek ya da yağ gibi bir şey alsam, kıza yine boş verir alışverişimi yapar çıkardım belki. Ama dolaptan sırf keyif olsun diye, hem de pembe ambalajlı kefir alıp içmeyi kendime yediremedim. “Gel bakalım neymiş o?” dedim kıza. Yanımda bitiverdi. Elindekiler şekerdir diye düşünmüştüm. Bir tanesini alacak, bir de yanına daha sağlıklı bir şey olsun diye kefir ekleyecektim. Elindekiler şeker değildi. Üç paket nazo… Üç tane vişneli nazo… “Napcaksın sen bunları, gel sana daha güzel bir şey alalım,” dedim. Nazoyu suya koyup hazırlamak da ayrı zahmet. Ben de kafaya koymuşum hani, o kefiri içireceğim. Hem inanıyorum ki pembe pembe, tam kıza göre. Önce sesini çıkarmadı, sonra “Abi,” dedi çekinerek “Ben bunları seviyorum. Bundan alalım.” “Tamam onları alalım, yanına başka bir şey daha alalım,” dedim. Açtım dolabı. Bir meyveli yoğurt seçti üzeri prensesli. O sırada atmışlarında bir kadın nursuz suratıyla “alıştırma bunları” dedi. Nedense kendimi savunma ihtiyacı hissettim “Ben almasam da…” bilmem ne bir şeyler geveledim. Kasaya yöneldik. Giderken bir top sektirdi kız. “Abi bak top yere düşmüş,” dedi. Güldüm. “Gel gel topu alamam” dedim. Kasaya gittik. Önce kefiri geçti adam, sonra meyveli yoğurdu. Kız hemen aldı eline. Sonra adam “Dur dur bekle,” diye azarladı. Benimle birlikte gelmiş olmasına rağmen çocuğa böyle bir tavır almasına bozulmadım değil. Hani erkekliğimden falan değil ha, ne bileyim, normal bir müşterinin çocuğuna sıkıysa söyle bunu. Bizim normal müşteriden bir farkımız var mı? Biz abur cuburuna ulaşmak için acele eden bir ufaklıkla onu parasını ödeyecek abisi değil miyiz? Bu olay kabul gören bir müşretiyle yaşansaydı, mesela sarı, pırıl pırıl saçları iki yandan bağlanmış bir çocuk ile güzel mi güzel annesi olsaydı, kasadaki adam bize şakalar yapmayacak mıydı? Kasiyer bir şeyleri yanlış yaptı. Yoğurdu geçirmediğini sandı. Tekrar istedi. Geçirmiş olduğunu görünce bu sefer yetkili bir kartla işlemi sıfırlamak durumunda kaldı. Çocuğa kızdı. “Kafamı allak bullak ettin,” dedi. Kız nazolarla yoğurdu aldı. “Ben gidebilir miyim abi?” diye sordu. Gidebilirsin, dedim. Adam bana döndü, aynı cümleyi kurdu: “Alıştırma bunları. Sonra hırsızlık yapıyorlar.” Yine bir şey söyleyecek oldum. Sinirlenmiştim de hani. “Orası sizin sorununuz valla,” gibi bir cevap verecektim belki de. Adam bana fırsat vermeden “Ben seni anlıyorum içinden gelmiş,” bir şeyler dedi. O ilk kavgacı ruh halimi atlatınca bir şey demedim, çıktım. Yolda düşündüm. Ben yanlış bir şey mi yaptım? Olabilir. Çocuk psikolojisinden, insan yetiştirmekten ne anlarım. Belki de gerçekten alıştırmamam gerek böyle bir şeye. “Ben alsam da almasam da aynısı olacak” makul bir sonuç değil benim için. Sonuca etki etmeyeceğini bilsem de doğru olduğuna inandığım şeyleri yapmak ilkelerim arasında. Peki o zaman, bu yaptığım hareketin çocuğa bir zararı olabilir mi gerçekten? Bilmiyorum, siz biliyorsanız bana söyleyin. Ben kendi kendime bir karara varamayacağım. Varamayacağım ama sırf savunabileceğim bir fikir yok diye o kadınla kasiyer adamın “alıştırma bunları” cümlesine de pabuç bırakmayacağım. Çünkü onların kelimelerindeki düşmanlığı seziyorum. “Bunlar” derkenki ötekileştirmeyi, rahatsız olmayı, dahası, belki iğrenmeyi fark ediyorum. Yirmi beş yılda ne olduğuna dair bir sikim anlayamadığım dünyayı “kurallarına” göre oynamıyor olduğu için yedi yaşındaki çocuğa duyulan hıncı görüyorum. Ve bu “alıştırma bunları” cümlesinin çocuğun iyiliği için değil kendileri için kurulduğuna adım gibi eminim. Taraflardan biri çocuk olmasa belki kasiyerle de kadınla da empati kurabilirim. Onca işinin arasında bir de böyle bir şeyle uğraşıyor diye kasadaki adamı haklı çıkarabilirim bile. Ama yok, olmuyor. Önceden kağıt topluyormuş bunlar da, şimdi hırsızlık yapıyorlarmış. O zaman patronlarınız bir tane daha adam tutsun parasıyla, o da kapıda beklesin. Zihinlerinize bu kadar çirkin bir ortaklıkla nasıl yer edinmiş bu “alıştırma bunları” cümlesi şaşıyorum ve merak ediyorum, acaba sizi kim alıştırdı?

Yorum bırakın

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın