kâğıt gemi

Tek dostu ölüm kalmış bir yaşlının kapısı ne sıklıkla çalınırsa o sıklıkta geminin yanaştığı iskele, kimisini unuttuğu birçoğunu hiç görmediği yüzleri günün ilk ışıklarıyla birlikte misafir etmeye başladı. Yıllardır iki ucundan çivilenmiş halde asılı durmaktan sıkılan tahtaların, meraklı ve sabırsız adımlar tarafından ezildikçe çıkardığı gıcırtılar, yaşlılar tarafından sitem olarak algılandı. İskeleye ilk defa inen çocuklar ise ev sahibini sinirlendirdikleri korkusuyla analarının eteğinin altına saklandı. Pos bıyıklı irice bir adam, lahiti andıran ters kapatılmış bir kayığın en az yosun bağlamış yerine oturarak bedenine kıyasla cılız kalan bacaklarını dinlendirmeye niyetlenmişti ki ağırlığını vermesiyle kayığın içe çökmesi bir oldu. Kendisine gülen kalabalığı tilki kuyruğu kadar gür kaşlarını çatarak susturmayı başarsa da kısılıp kaldığı yerden yardım almadan çıkmasının mümkün olmadığını anlayınca herkesin doya doya alay etmesine izin vermek zorunda kaldı. Kalabalıktan ayrı duran uzun ve sıska bir adam burnu gibi anadan doğma bir organıymışçasına suratında yer edinmiş piposundan mütemadiyen beyaz dumanlar üflüyordu ki bazılarına göre gittikçe yoğunlaşarak güneşi geren sisin sebebi buydu. Yatağından kalkacak gücü kalmamış, kimi kimsesi olmayan birkaç yaşlı, midesine dokunduğunu bildiği halde önceki gece içkiyi fazla kaçırdığı için tuvaletten çıkamayan bir berduş ve üç beş gamsız dışında tüm kasaba öğlene doğru sahile inmişti.

Birçok çocuk birbirlerinden habersiz olarak hazırlayıp getirdikleri kâğıt gemileri “seninki dayanıksız, benimki hızlı” diyerek karşılaştırıyordu. Elinde gemi olmayanlar ya yapamayacak kadar küçüktü ya da babası tarafından “bırak şu deli işini” diye gemisi yırtılmış yahut yakılmış olan bahtsızlardı. Bu ikinci kısma dahil olanlardan bazıları babalarına yakalanmadan diğer çocukların gemilerine bakmaya çalışırken dikkatlice incelenirse fark edilecek derecede şaşı olmuştu. Katman katman dizilmiş kara bulutlar güneşe geçit vermediği için kararan sahil, film başlamadan önce ışıkları kapatılan bir sinema salonuna dönüşmüştü ama sinema görmüş tek kişi olan belediye başkanı uzun zaman sonra bu kadar fazla insanı bir arada bulunca oraya buraya salça olmaktan bunun farkına varamadı. Sisin içinde ne tırmandığı ağaç ne kendisi görünen bir çocuk tiz bir düdüğü andıran sesiyle olanca gücünü kullanarak bağırdı: Geliyor geliyor! Direkteki gözcünün kara göründü müjdesini geminin her köşesine yaymaya çalışan tayfa gibi ağaçtakinin sözlerini tekrarlayan çocukların nereden geldiği belli olmayan sesleri, ıssız denizlerde ortaya çıkan sirenlerin hikayesini bilen herkesi ürpertti. Birkaç meczup ve çocukların tümü aynı yöne doğru koşarken ürkmüş bir koyun sürüsünü andırıyorlardı ki bunu fark eden anneler “koşma, düşeceksin” demenin faydasız olduğunu hemencecik anladı. Çocukların sesleri ve görüntüleri sisin içinde öyle ani kayboluyordu ki dünyanın sonundan aşağı düştükleri söylense itiraz eden çıkmazdı. İçindeki hevesi, merakı, kıskançlığı ve daha nicesini bastırmak için dilini ısırarak iskelenin yanında bekleyen kalabalığın sabırsız gözlerle izlediği sokakta önce seke seke gelen çocuklar, ardından dört adet lokomotif bacası belirdi. Daha önce görmüş olan herkes bu bacaların Hasan’ın atlarının burnu olduğunu anladı. Söylenene göre bu iki at öyle kuvvetliydi ki şükür bilmeyen bir adamın koca tarlasını bilek kalınlığındaki halatlarla çeke çeke sulak ve güneşli bir yere taşımışlardı. Tabii bu iş öyle pahalıya mal olmuştu ki zavallı adamcık yeni yerinde bol mahsul veren tarlasını ölene kadar ekip biçse de Hasan’a olan borcunun bir kısmını mezara götürmek zorunda kalmıştı. At arabasıyla birlikte gelen kişiler, kafalarında bin bir tilki dolansa da yapmakta oldukları işin omuzlarındaki ağırlığı yüzünden tek kelime etmiyordu. Atların çektiği dört tekerli geniş arabanın üstünde duran Yunus hayvanların sağı solu seğirmeye başlayınca bunun yorgunluktan olduğunu düşünüp tek hamlede aşağı atladı. Asıl sebebin ortalıkta bağırarak koşturan çocuklar olduğunu bilen Hasan ise hayvanlarına orada olduğunu hatırlatıp onları sakinleştirmek için kendi kendine konuşmaya başladı. İnsan sevmediğini bildiği Hasan’ın söylenmeye başladığını sanan Vehbi üzerinde durduğu arabada bir iki adım öne giderek seslendi: Hasan Abi gemiyi indirince gidebilirsin sen. Başka işimiz kalmadı.

Hasan geminin akıbetini merak ettiğini, sonuna kadar izleyeceğini söyledi. “Gemi batana kadar mı demek istedi yoksa yüzerek ufukta kaybolana kadar mı?” diye düşündü Vehbi. Gemiye başladığı günden bu yana o kadar fazla alay ve küçümsemeye maruz kalmıştı ki horozların bile, yaptığı işin ne kadar saçma olduğunu kendisine söylemek için erkenden uyandığına inanır olmuştu. Vehbi’ye inanan sadece çocuklardı ve gemiye başladığı gün olduğu gibi denize indirme işinde de yardımcılarının hepsi çocuktu. At arabası ve çocuklar iskeleye doğru ilerlerken onlara yol açan kalabalığı Kızıl Deniz sanan doksan iki yaşındaki bir kadın, torunları tarafından eve götürülüp battaniyelere sarılıncaya kadar Firavun ha geldi ha gelecek diye korkudan tir tir titredi. Yunus iskelenin üzerinde kalan son insanları aşağıya gönderirken on altı yaşında bir genç değil emekli bir komutan havasındaydı. Hak sahipliği adına adam vurmaya değecek kadar geniş bir tarla büyüklüğündeki at arabasından indirdiği çıtaları, iskelenin üzerinde uç uca ekleyerek bir ray oluştururken de gemileri karadan yürüten Fatih’ten altta kalır yanı yoktu. Yaşları değişkenlik gösteren ama hiçbiri Yunus’tan büyük olmayan on kadar çocuğun, iki koca direği arabadan indirip iskelenin uç kısmına taşırken takındıkları ciddiyeti gören analar “benim çocuğum ne kadar büyümüş” diye ağlamaklı oldu. Dikilen direkleri ayaklarından iskeleye çakan Vehbi, daha çekiç çiviye çarpmadan kulağına ulaşan sesten mi yoksa heyecandan mı kulağı çınlıyor anlayamadı. Üç adam boyu yükseklikteki direkler en üst noktada doksan derecelik bir açı yapıyor, kıvrım noktasından uzanan yeni kollar iskeleden ileriye doğru denize paralel bir şekilde uzanıyordu. Denizin üstünde uzanan bu kısımların dip ve uç noktalarında olmak üzere toplam dört demir halka ve bunların içinden geçerek iskele seviyesindeki balık ağından yapılma yatağa bağlanmış dört de halat vardı.

Arabanın etrafında yuvarlak oluşturmuş çocukları ve onları yönlendirdiği belli olan Vehbi’yi sislerin ardından gören bir melek yeni uydurulmuş bir dinin ilk ayinine tanık olduğunu sanıp fenalaşınca göğün beşinci katından denize düştü. Geminin üzerinde durduğu platformun çocuklar tarafından daha önce planlanmış ve prova edilmiş olduğu açık bir şekilde kaldırılıp iskeledeki raylara sürülmesini izleyen yetişkinlerden sadece birkaçı gösterinin büyüsünden kurtulup yardım etmeyi akıl etmişti fakat onlar da çocuklardan boşluk bulup yanaşamayınca bu operasyonda kendilerine yer olmadığını anladı. Tahtaların sürtünürken çıkardığı gıcırtılar ve Vehbi’nin senkronize çalışmak adına yaptığı sayımlar dışında çıt çıkmıyordu. Gemi raylarda kontrollü bir biçimde kaydırılıp nihai hedefine doğru ilerlerken her şey yolunda gidiyor olsa da Vehbi başta olmak üzere planın parçası olan herkes o kadar gergindi ki iskelenin tahtaları arasından düşen ter damlalarını görenler denizin yükselip ayaklarını ıslatacağına inandı. Gemi, iskelenin sonuna varınca yine kendine özgü kuralları olan bir merasimle balık ağından yapılmış vincin üstüne kaydırılacaktı ama gücü kuvveti yerinde olanlar denizin üstünde sallanan yatağa bağlı halatların ucunu tuttuğu için geriye kalan ufaklıklar gemiyi altındaki tahtayla beraber yatağın üzerine itmekte epey zorlandı. Gemi yatağa yüklendikten sonra halatları salmak işin en dikkat gerektiren kısmıydı çünkü diğerlerinden hızlı ya da yavaş salınan bir halat geminin üzerinde durduğu zeminin yamulması anlamına geliyordu ve bunun sonunda gemi yan yatabilirdi. Hareket ettiğini kimsenin algılayamayacağı kadar yavaş alçalan gemi ile denizin davetkar bir el gibi uzanan dalgaları birbirine değince küçük çocuklar işi bitirmiş olmanın mutluluğu içinde kendi kâğıt gemilerini denize bıraktı ama gemi hala suda değil tahtanın üzerinde duruyordu ve etrafında minare gibi yükselerek manevi bir hava katan direklere bağlıydı. Ucuna bıçak bağlı uzun bir kargının iplerini kesmesiyle özgürlüğüne kavuşan gemi rüzgârın etkisiyle ekin tarlaları gibi bir o yana bir bu yana yatmaya başlayınca bu hareketi dengeleyecek tek güç olan suyun kaldırma kuvvetine bir an önce kavuşması gerektiği konusunda herkes hemfikirdi. Bunun için iskeleden uzatılan uzun sırıklar tahta platformu aşağı bastırınca gemi suya değdi ama beşiğinden hala kurtulamamıştı. Dahası, üzerinde durduğu zemin dalgalar tarafından sallandıkça depremde neye sarılacağını şaşıran evler gibi korkuya kapılan gemi denize bir an önce ulaşmak için yalvarıyordu. Arkadaşlarına işaret verip denize atlayan Yunus’u, suya düşünce gülle gibi ses çıkaran sayısız çocuk takip etti. Çocukların üçe kadar sayıp aynı anda üzerine çıktığı tahta zemin bir anlığına dibe batınca gemi denizin ritminde salınmaya başladı. Bunu gören Vehbi’nin yüzüne çocuksu bir gülümseme yayıldı. O sırada sanki başından beri olan biteni izleyen yardımsever birinin güçlü nefesiymiş gibi esen rüzgâr gemiyi açığa doğru itti. Kısa sürede arı kovanı gibi uğuldar olan kalabalığa göre bu büyüklükte bir kâğıt geminin yüzmesi olacak şey değildi ama işte olmuştu.

Çocukların bıraktığı küçük kâğıt gemilerin arasından yüzerek çıkan Yunus koşup Vehbi’ye sarıldı. “Başardık be Vehbi Abi, başardık. Yüzdürdük şu gemiyi!” Vehbi her zamanki sakinliğiyle “başardık yiğidim, sayenizde” derken Yunus’un kafasının üstünden gemiyi gözlemekteydi. Ona göre geminin sınavı yeni başlıyordu. Her şey yolunda giderse ertesi gün sansarların kümese dadandığı vakitte karşı kıyıya varmalıydı. Sesi azalarak biten şarkılarda yaptığı gibi sisin içinde tamamen kaybolana kadar arkasından izledi gemiyi. Gördüğü şeyin artık gemi değil de gözleri ve zihninin ona ortaklaşa oynadığı bir oyun olduğunu anlayınca iskeleden kıyıya dönüp çocukları yanına çağırdı. Tek tek gözlerinin içine bakıp her birinin ismini söyleyerek teşekkür etti.

Vehbi’nin ilmek ilmek işlediği planına göre Bursa kıyılarına varacaktı gemi, sevdiğine yazdığı mektubu götürecekti. Sayfalarca yazmıştı, sağ elini dinlendirdiği vakitlerde boş durmamak için sol eliyle de yazmaya alışmıştı. Önü arkası yazı dolu sayfalardan, iki üç evi kaplayacak kadar geniş kâğıt çarşaflar dikti. O çarşaflardan bilmem kaç yüz tanesini kullanarak yaptı gemiyi.

Gemi planlandığının aksine karşı kıyıya varamadı, geri de dönmedi. Birçok balıkçı, kaptan ve tayfa gemiyi gördüğünü gittiği yerlerde anlattı ve bunlardan bazıları yalan atmaktansa teknesini yakmayı, bir daha denize açılmamayı ve bir balina tarafından yutulmayı tercih edecek dürüst adamlardı. Anlattıklarına göre gemi ha battı ha batacak bir halde, yana eğilmiş yüzerken arkasında ince mor bir iz bırakıyordu ki bu izin sebebi üzerindeki mürekkebin akmasıydı. Pek doğal olarak tüm bunlar Vehbi’nin de kulağına gidince pişmanlığı göğsünü daraltıyormuş gibi güçlü bir nefes alıp “Biliyordum” dedi “Biraz daha güzel şeyler yazmalıydım. Hep hüzün hep keder, kaldıramadı gemi.”. Haklıydı, gemi kaldıramadı ama bu yük batırmadı da onu. Vehbi’nin yazdıkları o kadar gerçek ve içtendi ki, onun gemisi okyanus aşan tüm tahta ve demir türdeşlerinden daha güçlü olmuştu.

Vehbi, ona yardım eden çocuklar ve sevdiği kadın öldükten sonra da gemi Marmara’da gezinmeye devam etti. Gidecek bir yeri yoktu aynı zamanda gidecek çok yeri vardı. Ne zaman dertlinin biri denizin kıyısına varsa gemi de aynı yere usul usul yanaştı. Mürekkep olup borda, küpeşte, direk ve yelkenlere satır satır yazılan dertler gemi açıklara varınca usulca aktı. Dertli hiç bitmediği için geminin ardında bıraktığı mor çizgi de hiç geçmedi. Yapıldığı günden bu yana envaı çeşit yük taşıdı kâğıt gemi ve bir defa bile olsa içi sıkılınca Marmara Denizi’ne inmiş her insanın kabul edeceği üzere taşımaya devam ediyor hala.

Yorum bırakın

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın